Anasayfa » İSLAM ANSİKLOPEDİSİ » İbn-i Arabi Hayatı Hakkında Herşey

İbn-i Arabi Hayatı Hakkında Herşey

Muhyiddin İbn-i Arabi Hayatı – 1

a) Ailesi- Çevresi – İlk Yılları- Gençliği

Prof.Dr. Süleyman Uludağ

İslâm âleminde daha çok İbn-i Arabî, İbnu’l- Arabî, Muhiddin Arabî, Muhiddin İbn Arabî ve Şeyhü’l-Ekber şeklinde tanınan İbn Arabî yazdığı eserlerde adını şöyle kay­deder: Muhiddin Ebu Abdullah Muhammed b. Ali b. Muhammed b. el-Arabî, el-Hâtımî et-Tâî, el-Endülüsî, (Bazı kaynaklarda (Me­selâ Kütûbî, III, 435) künyesinin Ebubekir şeklinde verilmesi yanlıştır.) 7 Ağustos 1165’te (H.27 Ramazan 560’da) İs­panya’nın Mürsiye (Murcia) şehrinde doğan1 ibn Arabî köklü, soylu ve saygın bir aileden gelmektedir, isminin sonunda yer alan el-Hâtimî et-Tâî, onun cömertliği ve hayırseverliğiyle ün kazanmış olan Tay ka­bilesine mensub Adî b. Hâtim et-Taî’nin kardeşi Abdullah b. Hâtîm et-Tâî’nin soyundan geldiğini göstermektedir. Bu kabilenin Arab olması sebebiyle İbn Arabî ve ataları “Arabî” (Arab) diye tanınmışlardı2. Dindar bir kişi olan babası Ali b. Muhammed hem hükümdarın hem de ünlü filozof İbn Rüşd’ün dostu idi. Annesi ise ermiş hanımların bile manevî derecesine imrendikleri dindar bir kimse idi. Dindar bir kişi olan amcası Abdullah b. Muhammed seksen yaşından sonra tasavvuf yoluna girmişti. Bu zatın oğlu Ali b. Abdullah Tu­nus’un sûfilerinden idi. İbn Arabî’nin da­yılarından Yahya İbn Yağân Tlemsan Me­liki idi. Ebu Abdullah et-Tunusî isimli şeyhin tesiriyle hükümdarlığı bırakmış, hayatının son dönemlerinde dünyadan el etek çekmiş, kendini ibadete vermişti. Di­ğer dayısı Ebu Müslim Havlâni, o dönemin âbidlerinden idi. İbn Arabî bunları eser­lerinde çeşitli vesileler ile kutub diye anar3.

Görülüyor ki, İbn Arabî toplumda önemli bir yeri bulunan, itibarlı, tanınmış, aynı zamanda dindar, özellikle zühd ve tasavvufa yakın ve yatkın bir aileden gelmektedir. Onun zamanında Endülüs’te ta­rikatlar bulunmadığından oradaki bir kişi ancak İbn Arabî ve ailesi kadar tasavvufa yakın, hatta onun içinde olabilirdi. Ta­rikata mensup olmaması İbn Arabî’nin tasavvufî hayatı yaşıyarak tanımasına engel olmamıştı. Tersine bu durum onun görüş ufkunun geniş olmasına da yardımcı ol­muştu.

711 (Hicri 92) senesinde müslümanlar tarafından feth edilen Endülüs, esas itibariyle kuzeybatı Afrika’da kurulmakla beraber Endülüs’ü de egemenlikleri altına alan Murabıtların (M. 1056/1147 arası), sonra Muvahhidlerin (1130/1269 arası) etki alanına girdi. Murabıtlar tasavvufa dayanarak bir çeşit tarikat devleti kurmuşlardı, İslâm anlayışlarının batıl ve hurafelere dayandığını ileri sürüp, onları or­tadan kaldıran Muvahhidlerin İslâm anlayışı da Gazalî’nin din ve tevhid anlayışına dayanıyordu. Muvahhidler döneminde zaman zaman ilme ve fikre değer veren, bilginleri ve düşünürleri koruyan değerli hü­kümdarlar iş başına geliyordu. İbn Tufeyl (ö. 1186) ve İbn Rüşd (ö. 1198) gibi ünlü filozoflar böyle bir zamanda ve ortamda yetişmişlerdi. İbn Arabî Endülüs’te iken Ebu Ya’kub Yusuf (1163-1184 yılları arası) ve Ebu Yusuf Mansur (l 184-1199 yılları ara­sı) gibi hükümdarlar Muvahhid devletinin başında bulunuyordu. İbn Arabî Endülüs’ün güneydoğusunda bir şehir olan Mürsiye’de doğduğu sırada Muhammed b. Sâ’d b. Merdeniş, Doğu Endülüs’ün Valisi idi.(4)

İbn Arabî sekiz yaşına kadar doğduğu yer olan Mürsiye’de yaşadı, ilk eğitimini ve dinî bilgileri burada ailesinin gözetiminde almaya başladı. Sekiz yaşına giren İbn Arabî, ailesiyle birlikte Mürsiye’den ay­rılarak Endülüs’ün diğer bir şehri olan İşbiliye’ye (Sevilla) geldi. Burada tahsiline devam eden İbn Arabî, İbnu’l-Erisî isminde bir tacirin oğluyla tanıştı. Tasavvufî hayatla ilgilenen bu gençle arkadaş oldu(5). Delikanlılık çağına geldiği zaman babasıyla Kurtuba’ya giderek babasının dostu olan İbn Rüşd (ö. 1198) ile tanıştı. Onun sorduğu felsefî sorulara tasavvufî cevaplar verdi. Yine bu yıllarda Salih Adevî’nin öğrencilerinden Ebu Ali Hasan Şekkaz isimli bir şeyhle tanıştı, İbn Assâd ve Ahmed Harîrî isimli sûfî meşreb iki kardeşle ar­kadaş oldu. O bu sırada edebiyat ve avcılıkla da meşgul olmuş, daha sonra bu şekilde geçirdiği yılları câhiliye zamanı olarak zikr etmiştir. (Fütuhat, IV, 700)

1185 (H. 580) senesi İbn Arabî’nin dü­zenli ve sürekli bir biçimde tasavvufa girdiği yıl oldu. Daha evvel de mutasavvıflarla dost olan ve onların sohbet meclislerine devam edip tasavvufî hayatı yakından ta­nıyan İbn Arabî’nin yirmi yaşında iken sûfiyane bir hayat yaşama yönünde ter­cihini yaptığı görülmektedir. O, bu ko­nuda: “Bu sene Allah’ın el-Bedî (yaratıcı) ismi sayesinde keşif yoluyla ilk akıl, (Akl-ı evvel) makamına erdim” diyor(6). Hayat bo­yu üçyüzden fazla âlim ve şeyhle görüşüp kendilerinden faydalanan İbn Arabî’nin ta­savvuf yoluna girmesini muhtemelen Ebu’l-Abbas Ahmed el-Ureynî sağlamıştı. Batı Endülüs’teki Ulya kasabasında otu­ruyordu. Kulluk konusunda derin bilgilere sahip olmakla beraber kasaba halkının yadırgadığı bazı fikirleri yüzünden oradan ko­vulunca İşbiliye’ye gelmiş ve burada genç İbn Arabî’yi etkilemişti. İbn Arabî onun meclisinde tevbe ederek fiilen tasavvuf yoluna girmişti(7).

İbn Arabî gençlik yıllarında bir yandan tasavvufî hayatı teorik ve pratik yönleriyle tanımaya, bu hayat tarzını yaşayanların aralarında bulunarak öğrenmeye, hatta bizzat tasavvufî yaşayarak manevî tecrübe yoluyla anlamaya çalışmış, diğer yandan aynı yıllarda fıkıh, hadis, tefsir, kıraat gibi dinî ilimleri, edebiyatı öğrenmiş, kelâm ve felsefe hakkında da en azından genel bir bilgi sahibi olmuştu. Yine o aynı yıllarda çeşitli hükümdarların ve devlet adam­larının kâtip olarak hizmetinde de bulunmuştu(8) . İbn Arabî, Davud-i Zahirî tarafından kurulan ve Endülüslü İbn Hazm tarafından geliştirilen zahiri mezhebine bağlanmıştı. Bunun için ibadette zâhiri, itikadda (tasavvufta) bâtını idi” denilmişti. Ameldeki mezhebi zahirî olan ve kıyası red­deden İbn Arabî’nin itikaddaki mezhebi ne Eş’arilikti ne de Maturidilik. Bu hususta o, selef akidini benimsemiş ve bu çerçevede ehl-i sünnet ve’1-cemaat mezhebine sâdık kalmıştı.

İbn Arabî ilk evliliğini Benû Abdûn ka­bilesinden Meryem ile yaptı, İbn Arabî’nin ifadesine göre bu hanım manevî tecrübe sahibi dindar ve faziletli bir ermiş idi. Tasuvvufî bir makamdan bahs edip o makamdakilerin halini anlatırken İbn Arabî: “Bu makamı kazanmış bir şahsı eşim Mer­yem bana anlattı; ifadesinden onun da bu makama yabancı olmadığını anladım”, diyor(9) . Bize anlattığına göre, rüyada gör­düğü bir şahıs, kendisine tasavvuf yoluna girmesini tavsiye eder. O ise bu yolu bil­mediğini söyleyince o şahıs, “Bu yola şu beş şeyle girilir: “Tevekkül, yâkîn, sabır, azimet, doğruluk” demiş, sonra bunu İbn Arabîye anlatmış, o da bunu tasdik etmişti (10). Belki eşinin bu ve benzeri halleri, belki de yakalandığı bir hastalık İbn Arabî’yi ta­savvufa yöneltmişti. Bir kere hummmaya ya­kalanmış ve kendinden geçmişti. Asık suratlı bir takım kimselerin gelip kendisine işkence yapmaya kalkıştıklarını, güzel kokulu ve yakışıldı bir zatın gelip onlara en­gel olduğunu hayal etmeye başlamış, İbn Arabî ona kim olduğunu sormuş, o da ben Yâsin Sûresi’yim, seni korumaya geldim, demiş. Kendine gelince babasının göz yaşı dökerek yâsîn okuduğunu görmüştü(11).

İbn Arabî’nin tasavvufa intisab etmesinde bunun da etkisi olmuştu. İbn Arabî küçük yaştan itibaren bazı âyetleri, sûreleri, mucerred manaları ve bilgileri bazen rüyada, bazen uyku ile uyanıklık arasında, bazen de uyanık iken somut varlıklar ve maddî nesneler olarak görmüş, bu kabiliyeti yaşı ilerledikçe gelişmiş, büyük ölçüde eser­lerine de yansımış, düşünce ve inanç dün­yasını şekillendirmişti.

İbn Arabî kendisini zühde ve ibadete vermiş, inzivaya çekilip zikir ve tefekkürle meşgul olmuş, ilahî hakikatin ancak keşf ve ilham yoluyla bilinebileceğine kanaat getirmiş, hatta bilgilerini bu yoldan aldığını ileri sürmüştü. Genç yaşta bu türlü şeyler söylediği halk arasında yayılmış, bu sözler filozof İbn Rüşd’ün kulağına da varınca merak etmiş, onunla görüştürmesini ba­basından rica etmişti. İbn Arabî ile İbn Rüşd arasında geçen son derece rumuzlu ve kinayeli konuşma el-Futuhat’da şöyle anlatılır: “Bir gün Kurtuba’da, bura kâdısı İbn Rüşd’ün huzuruna girdim, inziva halinde iken Allah’tan kalbime ilhamlar geldiğini duymuş, buna taaccub etmiş, benimle görüşmeyi arzulamış. Kadının dostu olan babam buluşmamazı sağlamak için bir bahane bulup beni ona gönderdi. Ben o zaman henüz bıyıklan çıkmamış tüysüz bir oğlan idim. Yanına girince İbn Rüşd ayağa kalkıp bana sevgi ve saygı gösterdi, boynuma sarıldı ve: “Evet mi?” dedi. Ben hemen: “Evet” dedim. Onu anladığımı düşünerek benimle görüşmesine daha da sevindi. Fakat bendeki hangi şeyin onu se­vindirdiğini sezdim ve hemen: “Hayır” dedim. Bunun üzerine canı sıkıldı rengi değişti, yanındaki şey (kendi kanaati ve inancı) hususunda tereddüde düştü ve sordu: “Keşf ve ilahî feyz hususunu nasıl buldun? Bu, aklın bize verdiğinin (ve öğ­rettiğinin) aynısı mı?” Dedim ki: “Evet! Hayır! Evet ile hayır arasında ruhlar mad­delerinden, boyunlar (ve başlar) da bedenlerinden uçar”. Bunun üzerine benzi sarardı, titremeye başladı, şaşıp kaldı. Çünkü neye işaret ettiğimi anlamıştı(12), İbn Arabî İbn Rüşd’le vâkiada (hayalde) ikinci bir görüşme daha yaptığını, akıl ve fikir yoluyla gerçeği arayan bu filozofun ulaştığı sonuçlan kendisine anlatıp bunların doğru mu yanlış mı olduklarını sorduğunu, kendi zamanında inzivaya cahil olarak girip âlim olarak çıkan (benim gibi) birisi bulunduğu için Allah’a şükür ettiğini anlatır. İbn Rüşd’ün Kurtuba’da kılınan cenaze namazında hazır bulunduğunu kaydeder.

İbn Arabî’nin babası Ali b. Muhammed 1193 (H.590)’ da vefat etmişti, İbn Arabî Menzil-i Enfâs denilen bir makam bulunduğunu, bu makama ulaşıp vefat edenlerin ölü ya da sağ olduklarını kestirmenin zor olduğunu, babasının bu mertebeyi kazanan velilerden olduğunu, öleceği günü önceden haber verdiğini söyler ve şöyle der: “Babam ölümünden onbeş gün önce vefat edeceği günü bana söylemiş, o gün gelince ruhunu teslim etmişti. Öldüğü gün hastalığı ağırlaşan babam kendini toplayıp oturma vaziyetine geldi ve: “Yavrum! Göç ve buluşma bugün!” dedi. “Bu yolculukta Allah’ın selameti, seninle olsun ve buluşman mübarek olsun!” dedim. Babam buna sevindi ve bana dua etti. Sonra alnında beyaz bir nur belirdi ve bu nur daha sonra bütün vücudunu kapladı. Bu sırada kendisinden izin alıp elini öpüp veda ettikten sonra camiye gittim. Burada iken acı haberi geldi. Eve geldim ve kendisini sağ mı ölü mü olduğunu kestirilemeyecek bir halde buldum(13). Daha sonra İbn Arabî tasavvuf yo­luna girdiği 1185 (H.580) senesinde ken­disinin de bu mertebeye erdiğini ifade eder. Bundan bir sene sonra abdal rütbesine haiz olan meşhur sûfî Musa el-Beyderânî 26 yaşında bulunan İbn Arabî’yi ziyaret için İşbiliye’ye gelmişti(14). Bu ifadeden onun genç yaşta bile tanınmış mutasavvıflar tarafından ziyaret edilen bir şahsiyet olduğu anlaşılmaktadır.

İbn Arabî ölülerin ruhlarıyla ilişki kurmayı ve onlarla görüşmeyi Ebu’l-Haccâc Yusuf el-Şübrbülî’den, ilahî ilhamı ve feyz almayı ise Musa b. İmrân el-Mirtelî’den öğrenmişti. Nefs muhasebesi konusunda da Îbnü’l-Mücâhid ve Ebu Abdullah b. Kaysûm’dan yararlanmıştı(15)<.

İbn Arabî 1190 (H.586) senesinde bir filozofla bir velinin keramet ve mucize konusundaki tartışmalarına şahit olmuş, filozof, ateşin Hz. İbrahim’i yakmamasını Nemrûd’un gazabı olarak yorumluyormuş. Veli harikûlade hallerin mümkün olduğunu ispatlamak için oradaki mangalda bulunan ateşi evvela kendi üzerine dökmüş ama ateş ona tesir etmemiş sonra o ateşi filozofun eline yaklaştırmış, bu sefer ateş onu yakmış. O zaman veli filozofa demiş ki: “işte gördüğün gibi ateş emir altındadır, yakması emredilince yakar, yak­maması emredilince yakmaz”(16). Bunun üzerine filozof müslüman olmuş ve harikulade halleri kabul etmiş.

İbn Arabî gençlik yıllarında Şeyh Ebu’l-Abbas el-Ureynî ile yakın ilişkiler içinde idi. Batı Endülüs’teki Ulya (Loule) kasabasından olan bu zat, çevresinde gençlerden oluşan bir cemaat toplamıştı. Bunlar arasında İbn Arabî de vardı. Cemaat mensuptan şeyhi baba, kendilerini ise yek­diğerinin kardeşi sayıyorlardı. Şeyhin öğ­retisi ferdî iradenin reddedilip ilahî iradenin esas alınması, Allah’la ilişki kurmak için insanlarla olan ilişkilerin kesilmesi temeline dayanıyordu. İbn Arabî bu konuda şöyle bir hatırasını anlatıyor; “Bir gün şeyhimiz Ureyni’nin meclisinde oturuyordum. Söz iyilikten ve sadakadan açılmıştı. Adamın biri: “Sadaka tercihen yakınlara verilir” deyince şeyh derhal ekledi: “Allah’a yakın olanlara”(17). Başka bir vesile ile Ureyni’den söz ederken: “O, kendisine hizmet edip faydalandığım ilk şeyhtir, kulluk konusunda engin bilgi sahibi idi” diyor.

İbn Arabî, iki şeyhi, yani Mirtelî ile Ureynî arasındaki farka işaret ederken şöyle der: “Birgün insanların durumuna bak­mış ve canım sıkılmıştı, üzgün idim. Bu halde iken şeyhim Ureynî’nin huzuruna girdim. Şeyh, halkın Hakk’a muhalefet et­meleri sebebiyle canımın sıkıldığını görünce: “Sevgili çocuğum sen halka değil, Hakk’a bak” dedi. Sonra oradan ayrılıp aynı hal içinde diğer şeyhim Mirtelî’nin hu­zuruna vardım. Durumu kendisine arzedince: “Sen kendine (nefsine) bak” dedi. Ben: “ikiniz arasında şaştım kaldım, biriniz “Hakk’a bak”, diyor, diğeriniz “kendine bak”, diyor, ikiniz de Allah’a giden yolun rehberlerisiniz. Hanginizin sözü doğru dedim”. Şeyhim Mirtelî dedi ki: “Sevgili yavrum! Ureynî’nin dediği doğrudur, asıl olan odur. Her ikimiz sana halimize göre yol gösterdik. Ümit ederim ki Ureyni’nin işaret ettiği mertebeye erersin, sen onu dinle, sa­na da bana da yaraşan ona kulak vermektir” dedi. Onun dürüstlüğüne hayran oldum. Sonra Ureynî’ye gittim. Mirtelî’nin sözlerini kendisine aktarınca: “Güzel söylemiş, sana yol göstermiş, ben ise sana yol­daş gösterdim. Sen hem onun hem benim dediğime göre hareket et ki yol ile yoldaşı bir araya getirmiş olasın” dedi (18).

İbn Arabî salihâ, âbide, zâhide ve veliyye şeklinde nitelendirdiği ermiş kadınlarla da ilgilenmiş, onların sohbetinde bulunmuş, kendilerinden feyz almış ve onları şeyhleri ve mürşitleri olarak kabul etmişti. Bun­lardan biri Endülüs’ün Zeytûn bel­desindeki Merşane’den Yasemin ismindeki hanım idi. İbn Arabî bu kadının evvâh (âh eden veliler)’den olduğunu söylüyor. İbn Arabî’nin Şemsu Ümmi’l Fukarâ ve Nûne Fâtıma, Fâtıma bint el-Müsennâ şeklinde ismini söz konusu ettiği bu ermiş kadının yaşı doksanın üstünde idi. Duygulu ve coş­kulu idi. Aslen Kurtubalı idi ama İşbiliye’de münzevî bir hayat yaşıyordu, İbn Arabî hizmetinde bulunduğu ve müridi olduğu bu yaşlı kadından zuhur eden harikulâde halleri müşahede etmek, çağrısı üzerine huzuruna gelen ve çeşitli kılıklara giren cinleri hakkında bilgi sahibi olmak ve in­ziva hayatına alışmak için bizzat kamıştan inşa ettiği basit bir kulübede onunla be­raber iki sene kalmıştı. Bu konuda şöyle diyor: Fatma bint Müsennâ, hizmetinde bulunduğum zaman 95 yaşında idi. Pembe yanakları ve güzelliği o kadar fevkalade idi ki gören onu ön dört yaşında zannederdi. Yüzüne bakmaktan haya ederdim. Onun Allah’la özel bir hali vardır. Emsalim olup huzurunda bulunanların tümüne beni tercih ederdi. (Beni kasd ederek) şöyle derdi: “Falan gibisini görmedim, yanıma gelince her şeyiyle geliyor ve hiç bir şeyini benim haricimde bırakmıyor. Çıktığı zaman da her şeyini alıp çıkıyor.  Yanımda hiç bir şeyini bırakmıyor.” Yine derdi ki: “Şaşarım o kimseye ki Allah’ı sever ama onunla ferahlık bulmaz. Oysa o, kendisini görmekte, her gözden ona bakmakta, bir an bile on­dan gâib olmamakta. Hal bu iken şu ağ­layanlara bakın! Hem onu sevdiklerini iddia etmekteler hem de ağlamaktalar!. Hiç mi utanmazlarl” “Fatma anne sonra bana dönüp: “Öyle değil mi yavrum?” der, ben de: “Çok doğru! anneciğim!” derdim. Bana: “Vallah, hayret içindeyim! Dostum, hiz­metimde bulunsun diye Fatiha sûresini bana verdi. Ama yine de bu beni ondan alıkoymadı.” Kadın bunu söylediği gün onun manevî mertebesini anlamıştım. Bir gün onunla otururken yanımıza gelen bir kadın: “Kardeş Şezüne’de bulunan kocamın orada evlendiğini haber aldım, ne yapmam lazım” dedi. “Yanına gitmek ister inisin?” di­ye sordum. “Evet” dedi. Gözlerimi yaşlı ka­dına çevirdim ve: “Anneciğim, kadıncağızın sözlerini duydun değil mi?” dedim. “Ne is­tiyorsun evladım” dedi. “Hemen bu kadının ihtiyacını ve kocasını buraya getirmeni” dedim. “Hay hay” dedi ve ekledi: “Şimdi ben Fatiha sûresini ona gönderir ve kocasını buraya getirmesini rica ederim” dedi ve Fatiha sûresini okumaya başladı. Ben de onunla beraber bu sûreyi okuyordum. Fâtiha’yı okurken onun manevî mer­tebesini anlamıştım. Şöyle ki: O Fâtiha’yı okurken hava türünden maddî bir şekil meydana gelmiş, sonra ona yönelip: “Ey Fâtiha! Git falan yerde bulunan bu kadının kocasını al ve buraya getir” diye hitab etmişti. Çok geçmeden adam ailesine kavuşmuş, kadın da sevinmiş ve def çalmıştı. Sonra ermiş kadın bana şöyle seslendi: “Vallahi çok neşeliyim. Çünkü o bana özen gösteriyor, dostları arasına alıyor ve bana nezdinde özel bir yer veriyor. Ben kim olu­yorum ki bu Efendi, hemcinslerim ara­sından beni seçiyor! Yüce Mevlâ’ya and ol­sun ki anlatamayacağım kadar kıskanılan bir durumdayım. Ona olan güvenim sebebiyle ondan başkasına hiç iltifat etmem. Gaflete düşüp iltifat edecek olsam derhal başıma bir musibet gelir.” Daha sonra bu ermiş kadına kamıştan bir baraka yaptım. Ölünceye kadar orada kaldı. Bana: “Annen Nur senin toprak anan, ben ise ilâhî ananım” derdi. Annem onu ziyarete gelince de; “Bu benim evladımdır, senin ise babandır, ona iyi davran, karşı çıkma” demişti (19).

Yukarıya aldığımız menkıbe İbn Arabî’­nin inanç üslubunu ve düşünce tarzım göstermesi bakımından çok önemlidir. Ona göre okunan Fâtiha süresi, nefes ağızdan çıkarken havada maddî bir şekil haline ge­lebiliyor, ona hitap edilebiliyor,, bazı ha­rikulade işler gördürülebiliyor, yani İbn Arabî manevî hususları maddî kalıblara döken, mücerred kavramlara müşahhas şekiller veren güçlü bir hayal gücüne ve tasavvur yeteneğine sahip. Onun eserlerinde bir çok manevî hususlar maddî, ruhanî şeyler cismanî, hayaller hakikat şeklinde tasvir edilmiştir. Çünkü ona göre hayalin de önemli bir gerçekliği mevcuttur. Söz konusu ermiş kadından bahs ederken: “Cinleri şekilsiz de şekilli de görürdü” demesi de aynı anlayışın ifadesidir.

İbn Arabî’nin Hızır’la olan görüşmelerini de böyle anlamak icab eder. Bu konuda di­yor ki: Rusum uleması fakihler aksini id­dia etseler de ben Hz. Hızır’ı defalarca gördüm ve onunla buluştum. Bir defasında başımdan şöyle acaib bir iş geçti. Bir gün mürşidim Ureynî ile Hz. Peygamber’in zuhur edeceğini müjdelediği bir şahıs hak­kında konuşmuştuk. Mürşidim: “Bu zat falan kişidir” dedi. Ve sözünü ettiği kişinin adını da verdi. Ben bu kişiyi şahsen gör­memiş olmakla beraber ismen tanıyordum, halasının oğlunu görmüştüm. Şeyhimin bu meseledeki açıklamasını tereddütle kar­şılamış ve onu kabule taraftar olmamıştım. Mürşidim bu halimi anlamış ama rahatsızlığını belli etmemişti. Ben henüz bu yolun yeni yolcularından olduğumdan bu durumu gereği gibi takdir edememiştim. Huzurundan çıkıp evime giderken hiç ta­nımadığım bir kişiyle karşılaştım. Bana şefkat ve mahabbetle selâm verdikten son­ra: “Ey Muhammedi Şeyhin Ureynî’yi o me­selede tasdik et”, dedi ve şeyhimin bahis konusu ettiği kişinin adını verdi. Ben maksadını anladım ve hemen: “Başüstüne” deyip macerayı anlatmak üzere şeyhime geldim. Yanına varınca: “Ey Muhammed! Ben sana bir mesele anlatacağım, sen onu ka­bule yanaşmayacaksın, ancak Hızır tarafından uyarıldıktan sonra o meselede be­ni tasdik edeceksin! Olmaz böyle şey! Her meselede Hızır’ın seni uyarması mümkün mü?” dedi. Şeyhimden özür diledim. Bu suretle o zatın da Hızır olduğunu anladım(20). Görülüyor ki İbn Arabî hayatta olduğuna inandığı Hızır’la görüşebiliyor, konuşabiliyor, ondan bilgi alabiliyor. Yani hayatta olmasa bile onu hayattaymış gibi tasavvur edebiliyor.

İbn Arabî Mürsiye, İşbiliye ve Kurtuba gibi Endülüs’ün belli başlı şehirlerinde o dönemin tanınmış bilginlerinden ve şeyhlerinden faydalanmış, kendini bir hayli yetiştirmişti. Ebu Abdullah Muhammed eş-Şerefî, Yusuf b. Halef el- Kûmî, Muhammed b. Musa, Sedrânî (Biderânî), İbn Yeşkûr, Ali es-Selavî, Salih el-Adevî, Ebu Muhammed Abdülaziz Mehdevî, Ebu Ali eş-Şekkâz bunların en tanınmış olan-larındandır. Bunlardan el-Kûmî ile olan hatırasını anlatırken şöyle diyor: “Bir ara mezarlıkta tek başıma kalmayı âdet edin­miştim, el-Kûmî benden söz açarak: “Falan kişi diri kişileri bırakmış, ölülerle oturup kalkıyor” demiş. Bunu duyunca: “Gel de kimle oturup sohbet ettiğimi” gör diye kendisine haber saldım. Kuşluk namazını kıldıktan sonra tek başına yanıma geldi. O sırada yanımda bulunan bir ruhla ko­nuşuyordum. Yanıma oturan el-Kûmî’nin yavaş yavaş yüzünün renginin değiştiğini gördüm. Eğik duran başını kaldıramıyordu. Ben ise ona bakıp gülümsüyordum.

Dipnotlar

(1) ibn Arabî’nin 560 senesi Ramazan’ın 17’sinde doğ­duğu kabul edilirken son araştırmalarda bulunan bir belgeye dayanılarak bu tarih on günlük bir farkla 27 Ramazan olarak tesbit edilmiştir. Ateş, A. İ.A. VIII, 533.

(2) İbn Arabi’nin ismi ve unvanı etrafında bir takım tartışmalar mevcuttur. Bu ismi bazıları İbnu’l-Arabî bazıları İbn Arabî şeklinde yazar. Bu konuda Makkarî şöyle der: İbnu’l-Arabî’den (Ö. 543/1148) ayırd etmek için doğu İslâm aleminde kendisine İbn Arabî dendi. Fakat o batı İslâm aleminde İbnu’1-Arabî diye tanınmaktadır, bk. Nefhu’t-Tîb, Beyrut, 1968, II, 175.

İbn Arabî en çok dostları ve hayranları ile ha­sımları ve düşmanları bulunan bir bilgindir. Dost­ları onu yüceltmek için kendisini Muhyi’d-Din, (di­ni ihya eden), Şeyh-i Ekber (ulu bilgin), İbn Ef­latun (Eflatun’un evladı) gibi unvanlarla anarlar. Hasımları ise Mâhi’d-Din (dini mahv eden). Şeyh-i Ekfer (koca kâfir) ve zındık (dinsiz) şeklinde anar­lar. Yine bunların kanaatine göre İbn Arabî İslâm’a aykırı bir öğreti ortaya attığından Hz. Peygamber’in rakibi sayılır. Onun için İbn- Arabî’nin izleyicilerini: “Muhammed Arabî (Arab Mu­hammed, yani Hz. Peygamber) şöyle dedi ama Muhiddin Arabî (Arab Muhiddin, yani İbn Arabi) de şöyle demiştir” demiş olmakla itham ederler.

(3) İbn Arabî, el-Futuhâtu’l-Mekkiyye. Kahire, 1282-II, 20, I, 207, 248.

(4) M. Asin Palasios İbn Merdenlş’in Muvahhidler’den
bağımsız bir hükümdar olduğunu söyler. Bk. İbn
Arabî, Hayâtuhu ve Mezhebuhû, Kahire, 1965, s. 5.

(5) İbn Arabî, Fütuhât, III, 377.

(6) İbn Arabî, Fütuhât, II. 471.

(7) İbn Arabî, Fütuhât, III. 579.

(8) Makkarî, Nefhu’t-Tîb, II, 163. İbn Arabi hayatı hakkında çeşitli eserlerinde bizzat kendisi bilgi vermiştir. Ancak bu bilgiler dağınıktır. Bu bilgileri toplayıp onun hayatını ve faaliyetlerini kesin bir biçimde takib etmek mümkün değildir. Fakat yine de bu eserlerdeki bilgilere dayanarak onun ha­yatını ana hatlarıyla anlatmak, hatta manevî ve ruhî hayatını ayrıntılarıyla belirlemek mümkün ol­maktadır. İbn Arabî aşağıdaki eserlerinde çeşitli vesilelerle hayatı, faaliyetleri, manevî tecrübesi, çevresi ve zamanı hakkında bilgi vermiştir.

a) Rûhu’l-Kudüs fi Muhasebeti’n-Nefs. Dımaşk,
1964, Madrid, 1933,

b) El-Futuhâtu’1-Mekkiyye, Kahire, 1282. 1293.

c) Zehâiru’l-A’lâk, Beyrut, 1312,

d) Fusûsu’l-Hikem, Kahire, 1946,

e) Muhaderâtu’l-Ebrâr, Kahire, 1282.

f) Mevakiu’n-Nûcûm, Kahire. 1325,

g) Divan, Bulak, 1271.

h) et-Tedbirâtu’1-İlahiyye, Leiden, 1919.

İbn Arabi hakkında Batı’da yapılan en son ve kap­samlı araştırma Michel Chodkiewiez İle kızı Claude Addas’a aittir. Addas’ın yazdığı Ou La Quete du Saufre Reuge (Paris, 1989) adlı eser ingilizce’ye de çevrilmiştir: The Read Sufur (Kıbrit-ı Ahmer). Oxford, 1993.

(9) İbn Arabî, Futuhât, III, 311.

(10) İbn Arabî, Futuhât, I, 363.

(11) İbn Arabî, Futuhât, IV. 648.

(12) İbn Arabî, Futuhât, I, 199.

(13) İbn Arabî, Futuhât. I, 289.

(14) İbn Arabî, Futuhât. II, 9.

(15) İbn Arabî, Futuhât. I. 275.

(16) İbn Arabî. III, 58.

(17) İbn Arabî, Futuhât, III. 696.705.

(18) İbn Arabî, Futuhât, II,224

(19) İbn Arabî, Futuhât, II, 46, 459.

(20) İbn Arabî Futuhât, I, 241, III, 442.

Yorum yapın